Uzun yıllardır Fransa’da yaşayan Lübnanlı yazar-düşünür Amin Maalouf, Türkiye’de iyi tanınan bir isim. Yazarın “Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri”, “Afrikalı Leo”, “Semerkant”, “Işık Bahçeleri”, “Doğu’nun Limanları”, “Uygarlıkların Batışı”, “Empedokles’in Dostları” gibi kitapları ülkemizde binlerce okura ulaştı ve hatırı sayılır bir Maalouf hayranları kitlesi oluştu. Maalouf’un Türkçeye çevrilen deneme-inceleme türündeki son kitabı “Labirent-Batı ve Hasımları” (çev: Ali Berktay, Yapı Kredi Yay., Mart 2024), tarihsel içeriği ve güncel göndermeleriyle, “yönünü ve yolunu kaybetmiş insanlık için bir pusula” olma iddiası bulunan bir çalışma. William Faulkner’den “Geçmiş asla ölmez. Hatta geçmiş bile değildir” alıntısıyla açılan kitap, geneli itibariyle yukarıda dikkat çektiğim “pusula” olma iddiasından uzak bir görünüm arz ediyor. Çünkü Maalouf daha en başından “Ben, ne Batılıların ne de onların çok sayıdaki hasmının bugün insanlığı içine girdiği labirentten çıkarabilecekleri kanısındayım” diyor ve karamsarlığını adeta itiraf ediyor: “İstisnasız hepsi, ne kadar soylu ilkelere sahip olurlarsa olsunlar, kendilerini kadir-i mutlak bir konumda bulurlarsa, kibirli, yırtıcı, zorba, nefretlik bir çehre takınacaklardır.”

Sun Yat-sen: “Japonların zaferi bizim de zaferimizdi”

Kitabın ilk bölümü Japonya yakın tarihine odaklanıyor. 1905’in mayıs ayında Rus donanmasının Japonlarca yok edilmesinin dünyada, özellikle de Batılılar tarafından ezilen yoksul ülkelerde yarattığı sevinç dalgasını anlatan ve Japonya’ya adeta bir kurtarıcı gibi bakıldığını belirten Maalouf, Çin Cumhuriyeti’nin kurucusu Dr. Sun Yat-sen’in şu sözlerini aktarıyor: “Rusya’nın Japonya tarafından bozguna uğratılmasını, Batı’nın Doğu tarafından bozguna uğratılması olarak gördük. Japonların zaferi bizim de zaferimizdi.” Refah, istikrar ve dışa açılmanın damga vurduğu Meiji dönemini, 16. yüzyılın sonlarına doğru Kore’de atıldığı macera hariç askerlerini hiçbir zaman sınırları dışına göndermeyen ve kendisi hiç saldırıya uğramayan Japonya’nın, kendi deyimiyle “anlaşılmaz bir biçimde” militarizme kayışını, Çin’i işgal etmesini ve İkinci Dünya Savaşı’nı anlatan Maalouf, Japonya’nın bir sarhoş gibi uçuruma yürüdüğünü vurguluyor. Yazara göre İkinci Dünya Savaşı sonrasında, günümüz Japonya’sı açısından “daha yapıcı, derin ve kalıcı bir başarı söz konusu.” İkinci bölüm, Rusya’yı ele alıyor. Çarlık Rusya’sını, kültürel şahlanış ve sönüşü, bizzat Maalouf tarafından tırnak içine alınmış haliyle emekçilerin “cenneti” SSCB’yi, Komintern’i, Stalin dönemini, Doğu Bloku’nu, izlenen uluslararası politikaları, Soğuk Savaş dönemini, çöküşü anlatan yazar bölümü şu satırlarla kapatıyor: “Ekim Devrimi sonucunda kurulan Sovyet rejimi, yetmiş beşinci yıldönümünü kutlayamadan çöktü. Her kıtadan sayısız kadın ve erkeğin inandığı ‘emekçiler cenneti’ verdiği sözleri tutamamıştı. Kuşkusuz Rusya, başka görüşler, başka iddialar, başka doktrinler ve başka maceralarla tarihine devam edecekti. Ama tüm insanlık için yeni bir yol düşü çizme düşü kesinkes başarısızlığa uğramıştı.”

Çin’e özgü sosyalizmi kavrayamamak

“Çok Uzun Bir Yürüyüş” başlıklı üçüncü bölüm, Japonya ve Rusya’dan sonra “Batı’nın üstünlüğüne yönelik üçüncü meydan okumanın” sahibi Çin’e ayrılmış durumda. Kitabın en uzun ama görece en zayıf bölümü bu. Çünkü Maalouf, tarihsel vurgulardaki bulunma becerisini sosyalizmi kavramak konusunda tekrarlayamıyor ve bu konudaki teorik olarak yetersizliğini fark etmemek mümkün değil. Çin’in yükselişinin Batı açısından önceki denemelere kıyasla daha ciddi olduğunun altını çizen yazar, 15. yüzyılda Amiral Zheng He’nın donanmasıyla Batı denizlerine açılmasından Marco Polo ve Matteo Ricci’ye, Afyon savaşlarından Batılı işgalcilerin Yazlık Saray’ı yağmalamasına açılan yelpazede tarihsel özette bulunuyor. Çin Devrimi’nin doğum sancıları, Uzun Yürüyüş, Japon işgalcilerle savaş, iç savaş, Çin Komünist Partisi’nin 1949’da iktidara gelmesi, SSCB’yle sıcaklaşan ve soğuklaşan ilişkiler ve Kültür Devrimi’ne fırça darbeleriyle değinen Maalouf, şu ilginç tahminde bulunuyor: “2049’da yerkürenin birinci gücü haline geleceğini açıklayan haleflerini duysa, acaba Deng Xiaoping nasıl bir tepki verirdi? Muhtemelen kaygılanır ve sinirlenirdi. Böyle açıklamalar yapmaya ne ihtiyacımız var, derdi. Niye durmadan savaşçılık gösterileri yapıyorsunuz? Bunlar komşularımızı korkutuyor, hasımlarımızın eline bizimle savaşmak için bahane veriyor ve bizi hedeflerimize yaklaştıracaklarına, onlardan uzaklaştırıyorlar.” 2012’de başlayan Xi Jinping döneminin emperyalist Batı hakkındaki söyleminin giderek Mao dönemindekine benzemeye başladığını ifade eden Amin Maalouf, ABD ve Avrupa’daki anti-Çin propagandanın da arttığını ifade ediyor ve “Bunun dev bir çatışmayla sonuçlanmaması ihtimalinin iyice azaldığı görülüyor” diyor.

İnsanlığın ABD’ye borcu!

Dördüncü bölüm “Batı’nın Kalesi”, Amerika Birleşik Devletleri’ni anlatıyor. Japonya bölümüyle birlikte içerdiği bilgi açısından en zengin bölüm olduğunu söyleyebilirim. Maalouf’un en anlayışla yaklaştığı, hatalarına “hayıflandığı” ülke de ABD zaten ve aynen şöyle diyor: “Özellikle de bu ülkenin çağdaş uygarlığımızın ‘icadına’ hem maddi hem entelektüel anlamda yaptığı katkı, yapılan tüm katkılar içinde en belirleyici olandır. Bugün yaşam tarzımızı oluşturan ve bizi önceki kuşaklardan son derece radikal bir şekilde ayıran şeyin temel yönlerini en başta Amerika’ya borçluyuz.” Ya da Körfez Savaşı’na ilişkin şu sözleri, Amin Maalouf’un bakış açısını yeterince özetliyor: “Gerçekten uluslararası toplum adına hareket eden Amerikan ordusu, Irak liderine ağır bir ders verdi.” “Batı’nın hısmı” bir yazarın insanlığın, uygarlıkların, devletlerin tarihine ve bugününe dair “kuşbakışıyla” ve hızla göz attığı, bazı ilginç notlar barındıran ama öte yandan parlak ve gözde bir entelektüel olarak Amin Maalouf’un emperyalizmden hiç söz etmemesi, sosyalizmin katı ve her yerde geçerli bir model değil, ülkeden ülkeye değişen bir geçiş süreci olduğunu bilmemesi karşısında şaşkınlığa düşürücü bir kitap “Labirent”. Okunmalı, ama eleştirel bir yaklaşımla… Tunca Arslan  YAZARIN TÜM YAZILARI İÇİN TIKLAYIN