Geçtiğimiz hafta, ülkemiz siyasi tarihi açısından önemli bir hafta oldu ve etkileri devam ediyor. Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması ve ardından tutuklanmasıyla ilgili doğal olarak çok fazla yorum ve değerlendirme yapıldı. İşin hukuki kısmı çokça tartışılıyor ve tartışılacak. Yargıya güven azaldıkça daha da fazla tartışılacak. FETÖ’nün Ergenekon ve Balyoz süreçleriyle başlattığı bu güvensizlik bugün en yüksek noktaya erişti. Bu işin başka bir yanı. Ama bugün paylaşmak istediğim konu başka.  

Başta da belirttiğim gibi, İmamoğlu’nun gözaltı ve tutuklanma sürecinde özellikle muhalif medya diye nitelendirilen televizyon kanalları önemli yayınlar yaptı. Haklı olarak bu yayınlarda en fazla kullanılan kavram “demokrasi” oldu. Bu programlarda “Türkiye’nin artık demokratik bir ülke olmadığı”, “demokrasiden hızlıca uzaklaştığı”, “Türkiye’nin Venezuela’ya döndüğü”, “Türkiye Güney Kore olmak yerine Kuzey Kore olmayı seçti” gibi ifadeler sıklıkla kullanıldı. Bu ifadeleri de daha çok adının önünde akademik unvan olan yorumcular veya siyasiler kullandı. 

Ülkemizde akademik unvan almak ne anlama geliyor, bu artık başlı başına bir tartışma konusu. Ya da her akademik unvan sahibinin söylediği sözün ne kadar değer taşıdığı da. Sonuçta bu yayınlarda akademik unvan sahibi kişi sizinle yaptığı bir araştırmanın bilimsel sonuçlarını ve gözlemlerini paylaşmıyor; kişisel değerlendirmelerini sunuyor. Bu kişisel değerlendirmelerin cehalet boyutunu aşıp başka bir ülkeye düşmanca bir tutuma dönüşmesi de Türk akademi dünyasının önemli bir problemi olduğunu gösteriyor. 

Venezuela ile ilgili değerlendirme yapan bir akademisyenin, Venezuela’nın tarihini, coğrafyasını, ekonomi politiğini bilmesini beklersiniz. Ama bunlardan habersiz olduğu gibi BBC, CNN ve benzeri yayın kuruluşlarının Venezuela ile ilgili anlattıklarını doğru kabul edip, bunlar üzerinden bir değerlendirme yaptığını anlamak pek de zor değil.

Venezuela, ABD’nin doğrudan hedef aldığı, yıllardır ambargolarla ekonomisini çökertmeye çalıştığı bir Latin Amerika ülkesidir. Peki neden? Kısaca anlatmak gerekirse, Venezuela uzun yıllar, pek çok Latin Amerika ülkesi gibi, ABD’nin arka bahçesi olmuş bir ülkeydi. Ülkenin en önemli zenginlik kaynağı olan petrol, ABD’li firmalarca çıkarılırken, bundan sus payı alan ordu, siyaset ve sermaye mafyası ülkeyi yıllarca yönetti. Venezuela halkına eğitim, sağlık ve altyapı olarak dönmesi gereken petrol gelirleri, ABD şirketlerinin ve onların yerli işbirlikçilerinin kasalarına girdi. Ta ki Hugo Chavez iktidara gelene kadar…   

Chavez’in sosyalist partisi, ülkenin bu gidişatına dur dedi. Ülkesini ABD sömürgesi olmaktan çıkardı. Ve o günden sonra Venezuela, ABD’nin baş düşmanı oldu. Arkası gelmeyen ambargolarla, Chavez’in Bolivarcı Sosyalist Devrimi’nin başarısız olması için ABD bugün bile canla başla uğraşıyor. Trump, bugün Venezuela’dan ham petrol satın alan ülkelere yüzde 25 ek vergi uygulayacağını duyurdu. İngiltere, Venezuela’nın 31 ton altınına el koydu. İngiltere bunu yaparken gösterdiği sebep, tam da “akademisyen” arkadaşımızla aynı: Yani, Venezuela’da demokrasi olmadığı. Oysaki Venezuela’da seçimler açık yapılıyor. Tüm seçimlerine, aralarında Türkiye’nin de olduğu birçok ülkeden seçim gözlemcisi davet ediliyor. Ancak mesele seçimler değil. Mesele; ambargolara, yaptırımlara, doğrudan ekonomisini felç etmesine rağmen Bolivarcı sosyalist hükümeti yıkamamak. Meselenin, Venezuela’daki sosyalist devrimin başarısız olmasını sağlamak olduğunu anlamak için “akademisyen” olmaya gerek yok diye düşünüyorum.

Demokrasi tartışmalarında bir başka örnek ise Kuzey ve Güney Kore karşılaştırması oldu. Bu karşılaştırmayı da ne yazık ki CHP Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır yaptı. Başarır, “Türkiye Güney Kore olmayı değil, Kuzey Kore olmayı seçti” dedi. Uzun uzadıya Kore tarihi anlatmaya gerek yok. İnternet arama motorları bile size bu konuda hatırı sayılır bilgi sunabiliyor. Ancak CHP’li bir siyasinin, Kore’nin neden ikiye bölündüğü konusunda bir değerlendirmesi olmadan, bu bölünmenin bugünkü sonuçlarını bu sığlıkla değerlendirmesi kabul edilemez. Olayların sıcaklığına ve heyecanına verelim.

Sosyalist bir Kore’yi kabul etmeyeceklerini ilan eden emperyalistlerin işgal ettiği ve ne yazık ki Adnan Menderes hükümetinin de NATO’ya girebilmek için askerlerimizi ölüme gönderdiği bir ülkeden bahsediyoruz. Bizim yakın tarihimizi de ilgilendiren bir ülkeden yani. Güney Kore, ABD’nin sınırsız desteği ile bugünlere ulaşabilmiş bir ülke. Ekonomik “başarısı” hikayesinin arka planında ise ABD’nin sınırsız desteği ve ABD’ye sınırsız biat etmesi vardır. Sayın Başarır tarafından “demokrasi ülkesi” diye övülen Güney Kore’de çok değil geçtiğimiz aralık ayında başarısız bir darbe girişimi oldu. Devlet başkanı Yon Suk-yol, kendisi hakkındaki yolsuzlukların üzerini örtebilmek için “Kuzey Kore tehdidi” var diyerek demokrasiyi rafa kaldırmak istedi. Ancak başarısız oldu. Yine bu demokrasi ülkesi çok yakın tarihe kadar, yoksulluğu yok etmek yerine, yoksulları kamplarda toplayıp yok ediyordu.

Türkiye demokrasisi askeri darbelerle kesintiye uğradığında arkasında Venezuela mı, Kuzey Kore mi, yoksa ABD ve İngiltere mi vardı? Bugün Suriye’yi orta çağ karanlığına geri döndüren örgütlerin arkasında Venezuela mı, Kuzey Kore mi, yoksa ABD ve İngiltere mi var?    

Kavramların anlamlarını taşıyamadığı bir dünyaya evriliyoruz. Demokrasi bu kavramların başında geliyor. Özgürlük, insan hakları ve pek çoğu… Günlük hayatımızda dahi seçimlerimizin ve algılarımızın önemli bir bölümünün yapay zekâ ve algoritmalar tarafından yönlendirildiği bir çağda, özgür bireyler olarak seçimler yaptığımızı düşünüyoruz. Bu yanılgıdan akademisyenlerimiz ve siyasilerimizde üzerlerine düşen payları alıyorlar. Ancak, kavramlar gibi soyut olmayan şeyler olan ülkeler veya halklar üzerine değerlendirmeler yapılırken, o konu hakkında bir birikiminiz yoksa bile o ülkelerin halklarına ve seçimlerine saygı gösterme nezaketini taşımalıyız diye düşünüyorum.