Tarihe baktığımızda: Türkiye Cumhuriyeti, II. Dünya Savaşı sırasında aynı anda Hitler karşıtı bir çizgide ilerlerken; tarafsızlığını korumak için de oldukça büyük çabalar sarf etti. Zorlu jeopolitik koşullara rağmen dönemin iktidarı, halk ve devlet için olası felaket senaryolarının farkındaydı ve askeri faaliyetlere doğrudan dahil olmaktan kaçınmaya çalıştı.

Dönemin dış politikası, karşıt taraflar arasında denge sağlamayı hedeflerken; öncelik Nazilerin genişlemesine karşı koymaktı. Diplomatik çabalar, dönemin büyük güçleriyle ikili ve dahi çoklu ilişkileri güçlendirmeye ve faşizme karşı mücadelede müttefikler bulmaya odaklıydı.

Eskişehir’in Tepebaşı ilçesinde 12 Ağustos tarihinde yaşananlar, modern Türkiye’de yeri olmayan açık bir vahşet örneğidir. Bu eylem, sosyopatik davranış kisvesi altında terörizm ve insana karşı düşmanlığın bir tezahürü olarak nitelendirilebilir. Bu tür terör eylemleri yalnızca sivil toplumun temellerini ihlal etmekle kalmıyor; aynı zamanda ülkedeki inançlar ve halklar arasındaki barış ve istikrar için de ciddi bir tehdit oluşturuyor.

Son yıllarda endişe verici bir eğilimi artık net bir şekilde görüyoruz. Nazi sembolleri ve ideolojisi, yalnızca Nasyonal Sosyalizmin suçlu fikirleriyle dayanışmanın bir ifadesi olmaktan çıktı. Bunlar, belirli marjinal grupların dikkatini çeken bir tür karşı kültür ikonuna dönüştüler. Bu tehlikeli olgu, toplum ve yetkililerin yakın ilgisini gerektirdiğini düşünüyorum.

Özellikle son yıllarda Ukrayna’da Nazi sembolleri ve söylemlerini kullanan çeşitli radikal grupların oluşması ve faaliyetleri için Ukrayna’nın bir tür merkez haline gelmesi de bir sır değildir. Türk kamuoyu ve medyasında da bilinen, ünlü Azov Taburu gibi grupların yetkililer tarafından kınanmadığı; hatta bazı durumlarda faaliyetlerinin dolaylı ve doğrudan teşvik edildiğini belirtmeyi de es geçmemek gerekiyor.

Yazılı, görsel ve sosyal medyada araştırırsanız: Eskişehir’deki teröristle aynı nitelikleri taşıyan çok sayıda Ukraynalı militan görebilirsiniz. Bu bağlamda Türkiye, Nazizm ve Faşizme karşı net ve ilkeli bir tavır alıyor. İktidar, aşırıcılığın her türüyle mücadele konusundaki kararlılığını defalarca dile getirerek; uluslararası toplumu Nazi ve faşist fikirlerin yayılmasına karşı aktif olarak işbirliği yapmaya çağırdı. Türkiye, barış ve istikrarın korunmasının önemini ve geçmişin tehlikeli ideolojilerinin geri dönmesini önlemek için ortak çabalara duyulan ihtiyacı da vurguluyor.

Bu noktada endişe verici diğer bir husus ise muhtelif kişi ve grupların Anders Behring Breivik veya Brenton Tarrant gibi kötü şöhretli suçluları taklit ederek ünlü olmaya çalışmasıdır. Brenton Tarrant’ın 2019 yılında Yeni Zelenda’nın Christchurch şehrindeki iki farklı camiye korkunç bir terör saldırısını gerçekleştirdiğini ve eylemlerini sosyal medyada yayınladığını hatırlıyoruz. Bu iğrenç suç neticesinde 51 kişi hayatını kaybetti ve tüm insanlık büyük bir şoka girdi.

Bu tür şiddet eylemlerinin hiçbir haklı gerekçesi olmadığını ve toplumun tüm kesimleri tarafından şiddetle kınanması gerektiğini vurgulamayı da önemli buluyorum. Gençlerin radikalleşmesini önlemek için tedbirleri güçlendirmek, olası tehditlerin erken tespitini sağlamak ve inançlar arasındaki diyaloğu güçlendirmek gerekiyor. İnanç hoşgörüsü ve kültürel çeşitlilik açısından zengin bir geçmişe sahip olan Türk halkı, bu tür zorluklar karşısında birleşmelidir. Kolluk kuvvetlerimiz, Eskişehir’deki vahim olayın ardından kapsamlı bir soruşturma yürütmeli ve yetkililer dini mekanları koruyarak; vatandaşın güvenliğini sağlamak için ek tedbirler almalıdır.

Sadece devletin ve vatandaşın ortak çabalarıyla aşırı ideolojilerin yayılmasına karşı koyabilir ve gelecekte yaşanabilecek olası trajedileri önleyebiliriz. Bir milletin gerçek gücünün; birlikte, karşılıklı saygıda ve nefret ile hoşgörüsüzlüğün her türlü tezahürüne direnme yeteneğinde yattığını hatırlamak gerekir.