14 Mart tam 16 yıl önce 2008’de Çin’in Tibet Özerk Bölgesinin idari başkenti Lhasa’da Budist rahiplerin ve keşişlerin şehirde terör estirdiği vandalizmin 16. yıldönümüydü. Çin açısından Lhasa olayları bir terör eylemiydi ve açıkça ülkenin anayasal düzenine ve toprak bütünlüğüne karşı bir eylemdi.  Batı’nın bu eylemlere sahip çıkması ve sözde özgürlük kisvesi altına sokması aslında bu vandalizmin arkasında gücün anlaşılması açısından önemliydi 14 Mart 2008’de Budist keşişler ve rahipler Tibet’in idari başkentte Lhasa’da Çin yönetiminin 1951’den bu yana tesis ettiği barışçıl düzeni bozma adına gösteri düzenlediler. Gösteriler bir anda şehirde büyük bir kargaşaya ve yağmaya dönüştü. Dünyada kendilerini barışın ve dinginliğin hizmetkarları ve koruyucuları olarak gösteren Budist rahiplerin gösterilerde bir anda yağmacı ve şiddet yanlısı bireyler haline dönüştüler. Lhasa’da yaşanan Budist vandalizmi  aslında 2008’de düzenlenen Pekin olimpiyatlarını hedef almıştı. Ancak bu terör hareketi Batı tarafından Safran Devrimi olarak adlandırılması akıllara o dönem etkin olan Renkli Devrimleri getirmiştir. 11 Eylül’den sonra özellikle Avrasya coğrafyasında Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’daki Rusya yanlısı yönetimlerin halk hareketleriyle devrilerek yerine ABD ve Batı yanlısı hükümetlerin getirilmesi sürecinde buradaki hükümet değişimlerini farklı renklerle adlandırılması literatüre Renkli Devrimler olarak geçmiştir. Budist rahiplerinin giydiği safran rengindeki dini kıyafet nedeniyle Tibet’teki ayaklanmaya da Batılılar safran devrimi dediler. Olayların görünür gerekçesi Pekin olimpiyatları üzerine gölge düşürmek olsa da ki bu Sürgünde Tibet yönetiminin amacı olabilir geri planda Tibet üzerinden Çin’de bir renkli devrim gerçekleştirme girişimi vardı. Önce Tibet ardından da belki  diğer özerk bölgelerde merkezi yönetime karşı bir ayaklanma gerçekleştirilmesi hedeflenmişti. Ancak Çin yönetimi zamanında Lhasa’daki şiddet eylemlerini bastırmasıyla bu plan suya düştü. Çin güvenlik güçleri özellikle Budist manastırlarında ve mabetlerinde çok sayıda kesici delici aletin yanında birtakım silahlar da ele geçmiştir. Özellikle, uzun namlulu piyade tüfekleri gibi ateşli silahlar Çin güvenlik güçlerini hayrete düşürmüştür. Kendilerini her zaman barışın yanında olarak gösteren ve şiddetin her türlüsüne karşı çıkan Budist  rahiplerinin bu tip bir terör ve şiddet eylemine karışması da dikkat çekicidir. Aslında her şey 1951’de başladı. Çin, yüzyıllar boyunca kendisine bağlı olan ama 1911’deki cumhuriyet devrimi ile fiili olarak bağımsız hale gelen   Tibet’te yeniden düzeni ve Çin egemenliğini tesis etmek ve özellikle İngiliz ve Amerikan emperyalizmine bu topraklarda bir son vermek adına müdahale etti. Ancak Tibet’teki tehlike daha büyüktü. Tibet teokratik feodal bir serflik tarafından yönetiliyordu. Bu sistem insan onurunu eziyor, insan haklarını göz ardı ediyordu ve yıllarca Tibet’in kalkınmasını engellemişti. Tibet'te dinsel ve siyasal güç ayrımı yoktu ve dinsel güç mutlak üstünlüğe sahipti. Dini güç siyasi güce üstün gelirken, siyasi güç dini ayrıcalıkları koruyordu. Bu ikisi, üç büyük paydaşın çıkarlarını savunmak için bir araya geldi: yetkililer, aristokratlar ve manastırlardaki üst düzey lamalar. Teokrasi altında manastırlar yönetim merkezleri haline gelmişlerdi. Bu feodal düzende bir insanın değeri, sınıf ve rütbe tarafından belirleniyordu. Üst sınıfın en üst kademesindeki insanların bedenleri “ağırlıklarınca altın değerindeydi”, alt sınıfın en alt kademesindeki insanların hayatları ise “bir saman çöpü değerindeydi”. Sonuç olarak Çin 1951’de Tibetli temsilcilerle Tibet'in Barışçıl Kurtuluşuna İlişkin Onyedi Maddelik Önlemler Anlaşması imzaladı. Tibetliler de yönetime ortak edilmişti ancak çok sürmedi; 1959’daTibetliler Çin’in güvenini kötüye kullanarak  düzene başkaldırdılar. Başarısız olan ayaklanmanın ardından Hindistan’a kaçılar.  28 Nisan 1959’da 14. Dalai Lama  Tenzin Gyatso, Hindistan’da Dharamsala’da sürgünde bir hükümet kurdu. Çin ise 1959’da kontrolü ele alarak Dalay Lama ve yandaşlarının kurmuş olduğu kast sistemine dayalı ve halkın maddi ve manevi sömürüsü üzerine inşa edilmiş olan yönetim yapısını yıkarak bölge seküler hale getirildi. 1965 yılında ise Tibet Özerk Bölgesini kuruldu.1960’tan itibaren Soğuk Savaş ikliminin gölgesine Tibet, emperyalist kamp açısından önemli bir koz haline geldi. Özellikle, Tibet’i hep kendi toprağı gören Hindistan başı çekti.  Çin’in tüm uyarılarına rağmen topraklarında Çin aleyhine faaliyet gösteren sürgünde Tibet hükümetine müdahale etmedi. Son dönemde her ne kadar Trump ve Biden ağırlamasa da neredeyse her Amerikan Başkanının göreve geldikten sonra  Budistlerin ruhani lideri Dalay Lama’yı Beyaz Saray’da ağırlamıştır. Çin ise Dalay  Lama’nın Çin’deki ve Tibet’teki Budist nüfusun üzerindeki otoritesini tanımamaktadır. Özellikle Çin’de yaşayan Budistlerin kendi ruhani liderleri bir başka deyişle Dalay Laması bulunmaktadır.  ABD’nin ve Avrupa’nın neredeyse bir “peygamber” gibi gördükleri ve saygı duydukları Dalay Lama, Çin tarafından “kuzu postuna bürünmüş bir kurt” olarak nitelendirilmektedir. Sonuç olarak ABD’de kasım ayındaki başkanlık seçimlerinden sonra göreve gelecek başkanın da Dalay Lama ile ilişkisi nasıl olur sorusuna verilebilecek cevap herhalde kim başkan seçilir sorusu olacaktır. Anket verilerine göre kasımda Trump'ın başkan seçilmesi büyük olasılık. Önceki dönemde Dalay Lama ile görüşmeyen Trump'ın bu yeni dönemde de görüşeceği pek düşünülmüyor. Sebebi 2019’da Dalay Lama’nın  verdiği bir mülakatta Trump'ın eski kafalı ve ahlaki ilkelerinin az olduğunu söylemesi  bardağı taşıran son damla oldu. Çin tarafına bakıldığında ise özellikle Ocak 2022’de Kazakistan’da gerçekleşen halk ayaklanması başarısız bir renkli devrim girişimi olarak nitelendirildi. Bu bağlamda, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Kazakistan’daki gelişmeleri yakından takip etti. Xi Jinping’e  göre Avrasya coğrafyasında yeni bir renkli devrim tehdidi vardı. Bu düşüncesini ve uyarısını son iki yılda katıldığı bütün toplantılarda muhataplarına iletti. Hatta resmi birçok dokümana renkli devrim tehdidi yazıldı. Özetle Batı’nın; hatta bazı Avrasya ve Asya ülkelerinin komplo teorisi olarak gördüğü renkli devrim tehdidini Çin gerçekçi buluyor ve  önemsiyor. Toparlamak gerekirse, yakın dönemde özellikle Hu Jintao döneminde başlayan ve Xi Jinping döneminde devam eden Tibet’in kalkındırılması ve gelişmesi projelerinin birer birer tamamlanıyor. Bunlardan Pekin’den Lhasa’ya hızlı tren  hattının açılması en önemli projeydi. Böylece Tibet çok hızlı bir şekilde Çin’in başkentine hızla bağlanmış oldu. Tibet, doğal tarihi ve kültürel güzellikleriyle Çin’de önemli turizm destinasyonu haline gelmiştir. Özellikle hızlı trenin devreye girmesiyle birlikte yerli ve yabancı turistlerin ilgisi daha artmıştır. YAZARIN TÜM YAZILARI İÇİN TIKLAYIN