Suriye’de son bir ayda yaşananlar altmış bir yıldır iktidarda bulunan Baas yönetiminin sonunu getirdi; ancak bu olayları ‘devrim’ olarak nitelendirmek epeyce zorlama olabilir. Herkesin bir anda birbirine sarılarak demokratik, mutlu, huzurlu ve hatta hızla kalkınan bir Suriye oluşturmak için ele ele vereceklerini beklemek ise fazla iyimserlik gibi görünüyor.

Tarihten örnekleriyle gördüğümüz Fransız İhtilali, Bolşevik Devrimi veya İran İslam Devrimi gibi belirli grupların sürüklediği büyük bir halk hareketinden bahsetmek pek mümkün değil.  Hatta 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan ve eskiden Doğu Avrupa olarak nitelendirdiğimiz ülkelerdeki komünist rejimlerin çökmesiyle sonuçlanan ‘kadife devrimler’ de söz konusu değil. Neticede bu örneklerin her birinde halkın büyük bir bölümü devrimi sürükleyen güçlerle birlikte hareket ederek uzunca bir süredir iktidarda olan yönetimleri siyasi tarihin konuları haline getirmişlerdi. Kadife Devrimler, istisnai bazı olaylar dışında (Romanya 1989) kansız gerçekleşirken Fransız İhtilali ile Bolşevik ve İran İslam Devrimlerinde çok kan dökülmüştü.

Çin’de İkinci Dünya Savaşı'nın ardından yaşanan iç savaş (1946-49) yine halkın çok büyük bir bölümünün desteğini alan Mao Zedong liderliğindeki Çin Komünist Partisi’ni iktidara taşırken tarihi bir devrime imza atılmıştı. Bir iç savaşın ardından gelen bu devrim sadece Çin’de değil komünist düşünce ve pratiğinde de önemli gelişmelere yol açmıştı.

Suriye’de son bir ayda meydana gelen olaylar her ne kadar Baas yönetiminin devrilmesiyle sonuçlanmış olsa da bir anda halkın ezici çoğunluğunun belirli bir grubun (milliyetçi, sosyalist, İslamcı vd.) önderliğinde köhnemiş ve halkın güvenini tamamen kaybetmiş otoriter bir rejime karşı ülkenin her bölgesinde ayaklanarak yeni bir yönetim kurması olarak düşünülemez. Çünkü bu otoriter/baskıcı rejimin devrilmesi yaklaşık on dört yıl süren (2011 Mart – 2024 Aralık) ve büyük ölçüde dış güçlerin kurgulamasıyla başlayan ve devam eden bir kirli savaşın sonunda geldi.

Baas yönetimlerinin ne kadar otoriter hatta zalim buna karşılık HTŞ geçici yönetiminin ne kadar insani, demokratik ve hayırhah olduğu/olacağı tartışmalarını şimdilik kaydıyla bir yana bırakacak olursak, Suriye’de yaşananları sonuçları itibariyle Amerika ve müttefiklerinin 11 Eylül Olayları sonrasında giriştikleri kanlı rejim değişikliği savaşlarından birisi olarak ele almak daha doğru ve yerinde olur.

Afganistan’la başlayan özellikle de Irak’ın Amerika ve müttefikleri tarafından işgali ile devam eden süreç rejim değişikliği adı verilen ve güya bu ülkeleri demokratikleştirmeyi amaçlayan yeni bir tartışmayı uluslararası gündeme getirdi. Irak’ı işgal ederken ortaya konulan iddiaların (kimyasal ve nükleer silahlar vs.) tamamının yalan çıkması, işgalin ardından her şeyin demokratik güllük gülistan olacağı beklentilerinin çökmesi gibi pek çok sebep bu tür işgalleri Amerikan kamuoyunun gözünde sevimsiz hale getirdi.

Bu yüzden de Libya’da tam bir işgal stratejisi uygulamaya konulmadı. Bunun yerine Afganistan’daki Taliban yönetiminin devrilmesinde etkili olan ‘Kuzey İttifakı’ tarzı yöntemlere başvuruldu. Suriye bu tür hibrit yöntemlerin hepsinin uygulamaya konulduğu bir alan oldu yaklaşık 14 yıl boyunca…

Ortalama Batılı veya Türk bir entelektüel açıdan bakıldığı zaman Afganistan’da 11 Eylül Olayları sonrasında devrilen Taliban yönetimine sempati duymak söz konusu olamaz. Hatta birbiri ardına devrilen Saddam Hüseyin, Muammer Kaddafi veya Beşar Esat’a olumlu bakmak da… Fakat meselenin kimin/hangisinin halkına daha hayırhah davrandığı veya Orta Doğu’daki liderlerden hangisinin daha demokratik olduğuyla ilgili bir tartışmadan ibaret olmadığını da görmek gerekir.

Sonuçta bütün bu rejim değişikliği savaşları, Amerika ve müttefikleri açısından başta İsrail’in güvenliği amaçlı soğuk jeopolitik değerlendirmelerin sonucunda yapılmıştır. Yoksa Saddam Hüseyin’in devrilmesine Körfez Monarşilerinin Amerika yanında yer alarak destek vermeleri veya Suriye savaşının başlarında yine aynı Arap devletlerinin Vaşington ile birlikte hareket etmelerini demokrasi ile izah etmek gibi bir garabet ortaya çıkabilir. Veya zulüm, baskı vs. derken Beşar Esat veya Saddam Hüseyin’e yoğunlaşıp İsrail’in ABD ve diğer Batılı ülkelerin büyük bir kısmının doğrudan desteğiyle Gazze’de gerçekleştirdiği ve Batılı uzmanların da soykırım demek zorunda kaldığı bir vahşeti görmezden gelmek gibi…

Dolayısıyla Suriye konusunda büyük beklentiler kurgulamak pek gerçekçi olmayabilir. Milli-üniter devlet yapısı korunmuş istikrarlı bir Suriye mutlaka lehimize olur; ama unutmayalım ki, bu ülkenin içine el atan başta İsrail, Amerika ve Batılılar olmak üzere epeyce yabancı aktör var. Böyle bir durumda mesela herkes silahlarını teslim etsin demek ne kadar gerçekçi olur? O silahları o gruplara kim verdiyse onlar ne der sorusuna da yoğunlaşmak gerekir.

Bütün bunlardan dolayı Suriye’yi fiziki olarak yapılandırmak gibi ekonomik açılardan bizi çok sıkıntıya sokabilecek yarı ideolojik konulara yoğunlaşmak yerine PKK/PYD’nin yok edilmesi, otonom bölgeler oluşmasına izin verilmemesi, sığınmacıların geri gönderilmesi ve Suriye ile bir deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması yapılması gibi somut ulusal çıkar esaslı konulara yoğunlaşmak daha yerinde olabilir.