Türk medyası son bir haftadır başka bir alemde. Bazen on altıncı yüzyıldaki Osmanlı ‘pişdar’ kuvvetleri gibi Viyana önlerine doğru ilerliyor gibi yapıyorlar ama hemen geriye sardırıp Yavuz Selim’in Mercidabık savaşının ardından Ridaniye ve Kahire muharebeleriyle Mısır’ın başkentine ulaşıyorlar. Henüz Dördüncü Murat ile birlikte Bağdat’a giren olmadı ama o küçük ihmal de yakında giderilir sanırım. Hicaz bölgesi Mekke ve Medine’nin fetihleri çoktan gerçekleşti, hamdolsun! Yemen’e de el atan olmadı ama o da çok yakında ekranlarımızda olacaktır… Fetihler arasında ellişer yüzer yıllık dönemler olabiliyor ama yine de aynı muhabirler sağ olsunlar gelişmelerden bizleri mahrum etmeden saati saatine haberleri güncelliyorlar.
Balkanlar’da durum epeyce sakin. Henüz Akıncı kuvvetleri bile Yunanistan, Bulgaristan topraklarına ganimet maksatlı girmiyorlar anlaşılan. Bulgaristan tarafında Filibe, Sofya rahat uyuyabilir. Yunanistan’da Aleksandropulu (Dedeağaç), Batı Trakya ve Osmanlı yönetiminde Konya’dan daha uzun süre kalan Selanik’e doğru bir fetih onların Müslüman olmamasından dolayı henüz planlama aşamasında bile değilmiş; ama Müslüman olurlarsa onlar da kaçamayacaklar bu fütuhattan. Halep, Hama, Humus, Dımaşk yani Şam ve oradan Kudüs, Mekke, Medine ve Kahire’nin trafik plaka numaraları bile hazırlanmış. Belki bu vesile ile Şam olarak yanlış söylediğimiz Suriye’nin başkentinin ismini de düzeltirler ama hiç işaret görmedim ekranlarda…. Şam bölgenin hatta çoğu zaman bütün Suriye’nin adı olarak (Levant anlamında) kullanılıyor, Dımaşk ise şehrin adı. Batılı dillerdeki Damascus da buradan geliyor.
Bu kadar iyi planlanmış bir harekat söz konusu olduğuna göre, valiler falan da belirlenmiş olmalı. Tam bunlarla mutlu bir şekilde Harikalar Diyarında dolaşırken uyandım ama baktım ki, başka uyanan yok. Haberler, yazılar aynı… Çubuklu yorumcular harita başında yirmi dört saat devriye görevlerini ihmal etmezken, ‘abi buralar zaten bizimdi, şimdi de bizim olsa kötü mü olur’ diyen diğerleri uyanmamın etkisiyle hafızamdan hızla silinip gitti.
Türk medyası aynen böyle bir havada. Haritalar değişiyor. Gelen haberler üzerine uzmanlar tezahüratla ‘heeeeyt be Hama da düştü, Abi Şam da gelecek’ naralarıyla inliyor. Ve işin ilginç tarafı bu bir Güldür Güldür komedi sahnesi falan değil. Bunların mümkün olabileceğini varsayan bir kafa yapısı ve ona uygun bir tarih okuması bütün bu garipliklerin kaynağı.
‘Abi en fazla yüz, de ki yüz elli yıl önce bütün buralar bizimdi yaaa’ diye başlayan cümleler ve ‘biz yüz elli sene önce buralara vizeyle mi gidiyorduk’ diye pek de zekice olmayan sorularla devam eden muhabbetler… O yıllarda ne bu kadar yaygın seyahat ne de devletlerin uyguladığı vize vardı ama bunlar önemsiz teferruat…Bütün bunların kaynağı kafalarda idealize edilen Osmanlı’nın kaybının siyasal/selefi İslamcılar ve bir kısım dini muhafazakarlar tarafından hala kabullenilmemiş olması. Atatürk karşıtlığı/düşmanlığı yüzünden Milli Mücadele ve özellikle modern Türkiye Cumhuriyeti devletinin ne kadar büyük bir başarı olduğunu reddetme kültürü… Sonuçta karşımıza çıkan, hiç mi hiç komik olmayan ama ciddiye alınacak bir yanı da bulunmayan bir çuval boş laf ve hezeyan. İşin kötüsü bu garipliklerin belirli oranlarda dış politikayı da etkiler görünmesi.
Örneğin yüz elli yıl önce bizimdi lafını ciddiye alıp bilgiyle analiz etsek ne çıkar karşımıza? Yaklaşık yüz elli yıl önce ayakları üzerinde durmakta zorlanan bir Osmanlı, buna karşın devasa bir Çarlık, oldukça güçlü bir Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, birliğini sağlar sağlamaz hızla kalkınmaya başlamış bir Almanya var. Örneğin yüz elli sene evvelki Rusya’nın en büyük çabası İstanbul ve Boğazlar bölgesini ele geçirmek hatta mümkünse Osmanlı’nın tümü üzerinde himaye kurarak Akdeniz’e inmek. Ve öyle bir Rusya’ya karşı kendi başına yapabileceği hemen hemen hiçbir şey olmayan bir Osmanlı İmparatorluğu… Zaten birkaç yıl öncesinde Rusya ile giriştiği büyük savaştan (1877-1878) ağır bir yenilgi ile çıkmış…
Birinci Dünya Savaşı özellikle mağlup ülkeleri (Avusturya-Macaristan, Osmanlı İmparatorluğu, Almanya ve Bulgaristan) adeta mahvetmiş ve özellikle çok milletli-çok dinli olanların (Avusturya-Macaristan ve Osmanlı) dağılmalarına yol açmış; ama aynı zamanda galiplerden bazılarını da fena halde hırpalamış. Rusya’da Çarlık sona erip Bolşevik Devrimi (1917 Ekim-Kasım) gerçekleşmiş. Yani yüz elli sene öncesinin Osmanlısının ne imrenilecek bir tarafı var ne de o tür imparatorlukların sürdürülebilir bir tarafı…
Birinci Dünya Savaşına girildiği sırada Avusturya-Macaristan Osmanlı’nın üç katı nüfusa sahip (63 milyon) ve Osmanlı (21 milyon) ile mukayese edilemeyecek kadar ekonomik, teknolojik, bilimsel ve sanat alt yapısına sahip. İmparatorluğun parçaları ortak kültür çerçevesinde Osmanlı ile karşılaştırılamayacak derecede birbiriyle uyumlu. Buna rağmen yirminci yüzyılın baskılarına dayanamayıp Birinci Dünya Savaşının sonunda dağılıyor.
O tarihten bu yana da ‘Abi, buralar bizimdi, şimdi de bizim olsa kötü mü olur’ diyen yok; çünkü böyle bir dünya yok. Bir ara bunları der gibi hareket eden Hitler dışında… İnşallah Kahire’ye ve Hicaz bölgesi şehirlerine (Mekke ve Medine) plaka numarası dağıtılmasına ilgili ülkeler Güldür Güldür komedisi diye bakarlar. Yoksa Suriye meselesi yüzünden vaktiyle papaz olduğumuz bu ülkelerle ilişkileri toparlamak için az uğraşmadığımızı ve bu çabaların yüz elli yıl öncesinde değil birkaç sene evvelinde gerçekleştiğini jeopolitik suratımıza çarpıverir. Neyse bunlarla uğraşacak fazlaca bir medya yok ortada. Mehter eşliğinde fütühata devam… Kan ter içinde yataktan düşünceye kadar…