ABD’de başkanlık seçimlerini, Cumhuriyetçilerin adayı, önceki başkan Donald Trump kazanınca, önümüzdeki dört yıl boyunca nasıl bir dış politika izleyeceğine ilişkin tartışmalar da hızlandı. Tahminler, yorumlar, öngörüler bir yana, öncelikle şunu sormak gerekiyor: Acaba ABD’nin nesnel durumuyla, Trump tarafından verilen sözler ne kadar uyumlu? Bu vaatler, ne ölçüde hayata geçebilir?
Trump, başkanlık yarışı boyunca, kampanyasında ekonomiyle, işsizlikle, vergilerle, göçmenlerle, yasa dışı göçle, asayişle, dış politikayla ilgili verdiği mesajlarda iktidardaki Demokrat başkan Joe Biden ve ekibini çok sert sözlerle eleştirdi. Fakat önceki başkanlık dönemi dahil olmak üzere yıllardır sıklıkla kullandığı ve kendisiyle özdeşleşen MAGA (make America great again) sloganını yinelerken, yani ABD’yi yeniden büyük yapmaktan bahsederken, bunu nasıl yapacağına ilişkin, ayrıntılı, ikna edici yanıtlar vermedi. Vermesi de olanaksızdı. Çünkü elinde sihirli bir değnek taşımıyor Trump. Sözleri, vaatleri, önerileri, kendisini tanıyanlar, izleyenler açısından, önceki başkanlık dönemiyle kıyaslandığında çok da özgün, farklı, ilginç değil üstelik.
Dış politikada Trump, en çok Çin’i eleştiriyor. En çok Çin’den çekiniyor. En çok Çin aleyhine konuşuyor. ABD’nin en büyük rakibi, hasmı olarak Çin’i görüyor. Öyle ki, dört yıl önce kaybettiği başkanlık seçimindeki kampanyasında şunu söylemişti rakibi Biden için: “Eğer seçimleri Biden kazanırsa, ABD vatandaşları Çince öğrenmek zorunda kalacaklar”.
Trump ve ekibindeki Çin karşıtlığı, dış politika tercihlerini, yönelimlerini, stratejilerini fazlasıyla etkiliyor, belirliyor, şekillendiriyor. Trump ve ekibine göre Çin’in güçlenmesi, ABD’nin zayıflaması anlamına geliyor. O nedenle Çin’i yakın çevresinden kuşatmayı, ABD’nin müttefiklerini Çin’e karşı adımlar atmaya teşvik etmeyi, Çin’i yalnızlaştırmayı, ekonomik olarak zayıflatmayı, Çin’in içinde olduğu, öncülük ettiği ittifakları, uluslararası projeleri zayıflatmayı öncelikli hedefleri arasında sıralıyorlar.
Bu kapsamda, Çin ve Rusya ilişkileri Trump açısından çok önemli. Çünkü bu ilişkiler ne kadar zayıflarsa, ABD o kadar mutlu olur. Çin ve Rusya arasındaki güçlü ilişkiler, ABD’nin işine gelmediğinden, iki devletin farklı bölgelerde artan nüfuzları ABD’yi tedirgin ettiğinden, önümüzdeki dört yılda Trump bu konuda çok konuşacak, çok fazla sosyal medya paylaşımı yapacaktır. Üstelik bu konuda yalnız da değildir. Müesses nizam, Trump gibi düşünmektedir. Bu konuda Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında bir fark da yoktur.
Trump, seçim kampanyası boyunca belirttiği üzere, Rusya ve Ukrayna arasındaki savaşın bitmesini, ABD’nin Ukrayna’ya yaptığı yardımın kesilmesini, bu kaynağın ülke içinde harcanmasını savunmaktadır. Bu yolla, savaş nedeniyle Rusya ve ABD arasında fazlasıyla bozulan ilişkileri, tamamen olmasa da biraz olsun düzeltmeyi, Rusya ve Çin arasında zaten yakın olan ilişkilerin daha büyük hızla gelişmesini biraz olsun yavaşlatmayı ummaktadır. Ukrayna’nın NATO üyeliğine de karşıdır.
Trump, Demokrat rakiplerinin aksine, Atlantik’in diğer yakasıyla, yani Avrupa’yla ilişkileri daha az önemsemektedir. Önceki başkanlığı sırasında yorgun ve yaşlı kıta dediği Avrupa’nın değerlerini, önceliklerini, hassasiyetlerini pek az umursamaktadır. Bununla birlikte Avrupa’daki popülist, sağcı, Avrupa Birliği’ne eleştirel bakan liderlerle arası iyidir, onlardan övgüler ve tebrik mesajları almıştır.
Sonuçta Trump başkanlığında ABD’nin neler yapabileceğini, başkanın seçim vaatleriyle değil, ülkenin nesnel durumuyla, ölçeğiyle, güç unsurlarıyla değerlendirmek gerekir.