Küresel güneyin önemli örgütü BRICS yeni üyelerle gelişirken, Atlantik sisteminin önemli örgütlerinden olan Avrupa Birliği’nin zayıflaması ve kendi içinde yaşadığı tartışmalar dikkat çekicidir. AB’nin, Türkiye gibi Atlantikçi, Batıcı akımların çok güçlü olduğu bir ülkede bile, eski çekiciliğini yitirmesi yanında, küresel siyasette de pek bir ağırlığının olmadığını unutmamak gerekir. Şüphesiz BRICS ve AB’ye ilişkin bu gerçekleri izah ederken, bir dizi etkeni de göz önünde bulundurmak gerekir.
Şöyle ki, her uluslararası örgüt, pakt, ittifak, birlik, kuruluş; hem kurulduğu dönemin dünyasının koşullarından, konjonktüründen, gündeminden, güç dengesinden etkilenir hem de üyelerinin, özellikle de öncü, kurucu, büyük, etkili, güçlü üyelerinin beklentilerine, çıkarlarına karşı çok duyarlıdır, öncelikle bunlara göre şekillenir. Normaldir bu durum. Kaçınılmazdır.
İster Birleşmiş Milletler (BM) ele alınsın ister NATO, ister Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ele alınsın ister BRICS, ister Dünya Bankası ele alınsın ister Uluslararası Para Fonu (IMF), bu yapıların hepsinde, zamanın ruhunun, kurucu, büyük, öncü üyelerin beklentilerinin etkisi görülür. Uluslararası ilişkilerin, dış politikanın yalın bir gerçeğidir bu. Devletlerin kapasitesine, ölçeğine ilişkin doğal bir sonuçtur.
Soğuk Savaş döneminin başlangıç yıllarında kurulan uluslararası örgütlerle, Soğuk Savaş bittikten sonra kurulan örgütler arasında fark vardır. ABD’nin, Avrupa ülkelerinin öncülük ettiği örgütlerle, Rusya’nın, Çin’in öncülük ettiği örgütler arasında fark vardır. Avrupa ülkelerinin kurdukları örgütlerle, Afrika ülkelerinin kurdukları örgütler arasında fark vardır. Bu farklar görmezden gelinerek, ihmal edilerek, yok sayılarak dış politika analizi yapılamaz. Uluslararası ilişkiler anlaşılamaz.
Son yılların yükselen, dikkat çeken örgütü BRICS’in genişleme sürecine ilişkin yapılan tartışmalarda, bu yalın gerçek bir kez daha görülmüştür. Günümüzde 3 kıtada, 9 üyeye ulaşan örgütün genişleme hamleleri incelendiğinde, belirli bir dengenin gözetildiği anlaşılmıştır. Kendi aralarında önemli çelişkiler, gerilimler yaşayan ülkelerin örgüte üye yapılması da dikkat çekmiştir. Bu bir yönüyle üyelerin üye olma isteğini, bir başka yönüyle de örgütün iddiasını, özgüvenini, cesaretini, üyeleri arasındaki sorunları çözmede kararlılığını gösterir. Önemlidir elbette.
Üyelerin, ölçek olarak aralarında büyük farklar olması; çıkar, beklenti, öncelik, hedef, tehdit tanımları arasındaki büyük farklılıklar; coğrafi olarak, aynı bölgenin ülkeleri olmayıp, çok geniş bir alana, üç kıtaya yayılmaları da, BRICS açısından dikkat çeken bir özelliktir. BRICS üyesi ülkeler arasında, büyük ülkeler de vardır küçük ülkeler de, güçlü ekonomiler de vardır, zayıf ekonomiler de. Bu durum, şüphesiz ülkelerin BRICS’e ilişkin yaklaşımlarına, örgütten beklentilerine de yansımaktadır. Örneğin, Rusya’nın beklentisiyle Brezilya’nın beklentisi, Hindistan’ın beklentisiyle Mısır’ın beklentisi, Çin’in beklentisiyle İran’ın beklentisi arasında fark vardır. Olması da doğaldır.
Nasıl ki uluslararası örgütler belli dönemlerde, konjonktürlerde doğar, gelişirler ve koşullar, dönemler, zamanın ruhu, bu örgütlerin seyrini etkiler, aynı şekilde şartlar değişince bu örgütler de önemini, etkisini yitirirler. Buna somut örnek olarak AB’nin cazibesini yitirmesi de böyle açıklanabilir.
Uluslararası bir örgüt değil, yapısı ve işleyişi nedeniyle ulus üstü bir örgüt olan (çünkü üyeler, üye olmak için, çok önemli alanlarda egemenliklerini, kendilerinin de dahil olduğu bu yapıya devrederler) AB, Türkiye’de de eski önemini yitirmiş görünmektedir. Uzunca bir zamandır dış politikaya ilişkin tartışmalarda gündem başlıkları arasında değildir.
Kısaca anımsatmakta yarar var, Türkiye; o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) ortaklık için, 1959 yılında başvurmuştur. 12 Eylül 1963’te imzalanan Ankara Anlaşması’yla ilişkilerde önemli bir adım atılmış, süreç başlamıştır. 1970’te imzalanan ve 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol; Ankara Anlaşması’nda öngörülen hazırlık dönemine son vermiş, Geçiş Dönemine ilişkin şartları saptamıştır. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında ilişkiler askıya alınmıştır. 1983 ve 1984 yıllarında ilişkilerin canlandırılması için adımlar atılmış ve Türkiye; 1987’de üyelik başvurusu yapmıştır. Sonrasında 1995’te imzalanan, 1996 başında yürürlüğe giren Gümrük Birliği sayesinde, AB; Türkiye’yi üye yapmadan, Türkiye üzerinde büyük bir nüfuz kurmanın yolunu bulmuş, Türkiye’nin dış ticaret rejimi, gümrük rejimi ve iç pazarında etkisini fazlasıyla artırmıştır. Nihayetinde AB; 1999 yılında Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’yi resmen aday ülke ilan etmiştir. Katılım Ortaklığı Belgesi, 2001’de AB Bakanlar Konseyi tarafından onaylanmıştır. 2002 yılındaki Kopenhag Zirvesi’nde, AB bu kez, Türkiye’yle tam üyelik müzakerelerinin başlayacağını duyurmuştur. 2004 yılındaki Brüksel Zirvesi’nde, Türkiye’nin Kopenhag Kriterlerini yeterince karşıladığı teyit edilmiş ve Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerinin 3 Ekim 2005 yılında başlayacağı açıklanmıştır.
Sonuç ortadadır. Aradan geçen bunca zamana karşın, dünyadaki ve Avrupa’daki onca değişime karşın, Türkiye – AB ilişkilerinde kayda değer bir yol alınmamıştır. AB’nin Türkiye’yi asla üye yapmayacağı çok net biçimde anlaşılmıştır.
En önemlisi şunu da unutmamak gerekir; Türkiye’nin AB üyeliği, sadece Türkiye’den istenilenleri Türkiye’nin yapmasıyla ilgili değildir, asıl, AB’nin küresel ölçekte dünyada kendisine nerede görmek istediğiyle ilgilidir.
AB; eğer büyük bir güç olmak isterse, Türkiye’yi üye yapar. Yok, eğer başlangıcından bugüne dek olduğu gibi, ABD’nin ve onun saldırı ve işgal aygıtı olan NATO’nun şemsiyesi, gölgesi altında yaşamayı tercih ederse, Türkiye’yi asla üye yapmaz. Sorunlu bölgelerde arasında bir tampon bölge olarak tutar. Üyelik vaadiyle de, Türkiye’nin AB’den uzaklaşmasını, kendine başka seçenekler aramasını engeller.
AB’nin yıllardır yaptığı tam da budur.