Çocukluğumuzda 5-10 kanallı, uzaktan kumandasının evin en küçük çocuğunun olduğu eski tip televizyonlar vardı. O da şimdiki çocukların istediklerinde durdurup devam ettirdikleri, istediklerinde bir başka bölüme geçtikleri platformlar gibi 7/24 hizmetimizde değildi. Annemizin üzerine örttüğü dantelli örtünün kaldırılması ile açılır, istiklal marşı ve saygı duruşu ile kapanırdı. Ancak bazen anlamlandıramadığımız kapanma zamanları da vardı. O zamanlar da evde bir sessizlik olur, ne televizyon ne de radyo aşağı yukarı 3 gün açılmazdı. Başlarda anlamasak da sonraları bunun bir yas merasimi olduğunu aklımız kesmeye başladı. Ki bu televizyonla sembolize olan eğlenceden veya dünya halinden uzak olma hali, sadece bir akrabamız öldüğünde değil, mahalleden bir komşumuz da ölse aynı şekilde uygulanırdı. Bildiğiniz üzere geçtiğimiz pazar günü İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve yanındaki önemli devlet adamları trajik bir şekilde can verdi. Olayın kaza mı suikast mi olduğunu belki de hiç bir zaman bilemeyeceğiz. Zaten bu konuda akıl yürütmek bu yazının konusu değil. Ben başka bir şeye değinmek istiyorum. Reisi öldükten sonra sosyal medya dediğimiz sınırları olmayan alanda öyle garip şeylerle karşılaştım ki. Ama beni en çok rahatsız eden komşusu öldüğünde 3 gün televizyon açmayan bir toplumun geldiği nokta. Reisi’yi seversiniz sevmezsiniz ayrı bir konu, ancak o bir ülkenin cumhurbaşkanı ve birkaç gündür gördüğümüz gibi İran toplumunun önemli bir kesimi için çok önemli bir değer. ‘Ne yas ilanı müziğin sesini daha çok açın’ diyen burjuvazinin ‘Damakçatlatan’ yemek fetişistleri mi dersiniz, ya da -sanki kendisinin rehberliğine ihtiyacı varmış gibi- Reisi’nin zamanında ne kadar sosyalist öldürdüğünü yazan ‘Şirin’ler mi? Tarihi kendileri ile başlatanların 3 bin yıllık İran tarihinden bihaber olmaları, ya da İran’ı 79’daki İslam devriminden bu yana iktidarda olan, İran İslam Devrimi Cumhuriyetinin dışa verdiği fotoğraf kadar görebilmeleri gayet normal. Ancak ‘entelektüel’, okuyan yazan, eli kalem tutan ‘aydın’ların İran düşmanlığı anlaşılır gibi değil. İran toplumu gerek dil ve edebiyat olsun, gerek toplumsal yapısı olsun Türk toplumuna en yakın toplumlardan biridir. Ayrıca bu ‘kardeş rekabeti’ yaşayacak kadar birbirine yakın iki toplumun, dönem dönem aralarında gerginlikler olsa da, 1639 yılında imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşmasından bu yana sınırlarının değişmediğini hatırlatmakta fayda var. Öte yandan asıl anlamamız gereken, komşumuzda ölen İbrahim Reisi de olsa, Mahsa Amini de olsa, Hüseyin Hizri de olsa müziğin sesini kısmak ve matemi olanlara saygı göstermektir. Kendi ülkemizde yaratılmak istenen kutuplaştırma ve düşmanlaştırma yetmiyormuş gibi İran’daki kutuplaştırmayı da satın alıyoruz. Bu ruh sağlığımız açısından önemli bir yere oturuyor ve belli ki çözmemiz gereken bir mesele. İran’da pek çok problemin olduğu aşikar. Bu kaza veya suikast gösteriyor ki İran hem içeriden, hem dışarıdan birçok kaotik sorunla karşı karşıya. Ancak tüm bu sorunların çözüm yeri İran halkı ve İran’dır. Avrupa başkentleri veya Atlantik ötesi değildir. Arap baharı ve benzer örneklerde gördüğümüz gibi, Atlantik cephesinin müdahaleleri ile oluşan değişimler ancak, bitmek bilmeyen iç savaşlar, birçoğu açık denizlerde boğulan mülteciler, mucize kabilinde hayatta kalanlarına ise başka ülkelerde köle olma özgürlüğü dışında bir şey getirmemektedir. Ayrıca bir kez daha hatırlamakta fayda var ki Anglo-Sakson demokrasi ve özgürlük havarileri, Mahsa Amini’yi kara kaşına kara gözüne hayran oldukları veya kadın özgürlüğüne gerçekten inandıkları için sembol haline getirmiyorlar. Öyle olsaydı Rıza Şah Pehlevi’nin 1936 yılında başlattığı modernleşme hareketine (medrese eğitimini kaldırıp modern okullar kurmak, kara çarşafı yasaklamak vs)  karşı gelen mollaların en büyük destekçisi İngiltere olmazdı. Öyle olsaydı Anglo-Saksonlar, modern Afganistan’ı yerle bir eden mücahitleri, Suriye’deki İŞİD’i veya Çin’in Sincan Uygur Bölgesinde verdiği vaazı beğenmeyen cami imamının boğazını kesen selefi Türkistan İslam Partisi’ni kurup desteklemezlerdi. Onların derdi etki alanlarındaki ülkelerin hükümetlerinin kendilerine çalışıp çalışmadığıdır. Tıpkı 1951’de büyük bir seçim zaferiyle İran’da iktidara gelen Muhammed Musaddık örneğinde olduğu gibi. Muhammed Musaddık, İngiltere boyunduruğundan bir türlü kurtulamayan ülkesi için ümit olmuş, seçimleri kazanmış ve parlamentoda çoğunluğu almıştı. İlk yaptığı icraatlerden biri kabinesine İran Komünist Partisi Tudeh’ten bir bakan almak ve Anglo-İran olan ama kontrolü İngilizlere ait petrol şirketi BP’yi millileştirmek oldu. Bu da onun için sonun başlangıcıydı. İngiltere ve A.B.D.’nin istihbarat teşkilatları MI6 ve CIA’nın ortak çabalarıyla, İran toplumunun feodal yapısının da etkisiyle (rüşvet, aşiretçilik vs) 1953 de askeri bir darbeyle iktidardan indirildi. Hülasa Anglo-Sakson demokrasi, bir ülkede iktidarı dönüştürmek istiyorsa, kadınların saçının açık olup olmaması ile ilgilenmez, kapitalin ve iktidarın kimin elinde olduğu ile ilgilenir. Yani tekrar altına çizmek gerekirse her şey sınıfsaldır ve bu kural her yerde geçerlidir. YAZARIN TÜM YAZILARI İÇİN TIKLAYIN