Suriye ile normalleşme konusunda iki ileri bir geri yapmıyoruz. Galiba iki ileri adım atıp hemen sonra iki geri adım atarak bunu telafi ediyor gibiyiz. Sonuçta hep aynı yerdeyiz. O yüzden ‘benim oğlum bina dokur, döner döner yine okur’ atasözü cuk oturuyor Türkiye’nin Suriye ile yakınlaşma daha doğrusu yakınlaşmama politikasına.
Önce haziran ayının ortalarında Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile Suriye Devlet Başkanı Esat’ın görüşmesi haberi geldi. Ardından Esat Suriye’nin bütün toprakları üzerinde tam ve eksiksiz egemenliği çerçevesinde görüşmeye hazır olduğunu söyledi. Bu, Esat’ın Türkiye’nin Suriye’de kontrolü altında tuttuğu topraklardan çekileceği taahhüdü vermesi halinde normalleşme görüşmelerine hazır olduğu şeklinde yorumlandı.
Haziran ayının son haftasında bu defa Erdoğan Suriye Devlet Başkanı Sayın Esed diye tanımladığı mevkidaşı ile bir araya gelebileceğini, geçmişte ailecek görüşmüş olduklarını, yine aynı şekilde bir araya gelebileceklerini belirtti. Muhatabına Suriye Devlet Başkanı Esed diye hitap ederek meşruiyeti ile ilgili bir tartışma olmadığını söylemiş oluyordu. Daha da önemlisi Suriye’nin iç işlerine karışmak gibi bir niyetimizin bulunmadığını söylemesiydi ki, bundan Suriye’ye yeni bir anayasa, siyasal çözüm vs. gibi beklentilerimizin/dayatmalarımızın artık kalmadığı sonucu çıkarıldı. Bu açıklamalara Esat da olumlu yanıt verince hızlı bir normalleşme ve kapsamlı işbirliği sürecinin ufukta göründüğü yorumları yapılmaya başlandı.
Fakat bir buçuk aydan bu yana fazla bir ilerleme olmadığı gibi, pişmiş aşa su katan gelişmelere tanık oluyoruz. Önce Hakan Fidan’ın Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Faysal bin Farhan ile birlikte yaptığı basın toplantısında olumlu ve olumsuz diye yorumlanabilecek unsurlar bir arada yer aldı.
‘Biz Suriye muhalifleri ile durduğumuz yeri değiştirmiyoruz. Suriye muhalefetinin rejim ile nasıl bir ilişki kuracağı kendi kararları. Bu kardeşlerimiz bulundukları bölgede ülkemize daha fazla göçmen gelmesini engelliyor. Ülkemizin güvenliği için fevkalede adım atıyorlar. Teröre karşı omuz omuza mücadele ettik. İçeride mülteci kardeşlerimiz için politikamız değişmemiştir. Zorla kimseyi buradan gönderecek değiliz. Biz barışı ve diyalogu aramaya devam edeceğiz." şeklinde konuştu’.
Muhalifler sözcüğü ve onlar hakkındaki pozisyonumuzu değiştirmeyeceğiz gibi hiçbir ulusal çıkara hizmet etmeyen sözler bu açıklamada yer alırken iki ülke ilişkilerini zehirleyen rejim kelimesi de kullanıldı. Yani ‘uzlaşmayacağız veya görüşme niyetimiz yok kardeşim’ denilmedi ama neredeyse bunların hepsi söylenmiş oldu.
Galiba bürokratik alışkanlık deyip geciştirecektik ki, bu defa haftalar süren bir sessizlik döneminin ardından Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’in Reuters’a yaptığı yazılı açıklama esas sorunları ortaya çıkardı. Uygun koşulların oluşması halinde Suriye ile bakanlar düzeyinde görüşmelerin başlayabileceğini belirtti. Uygun koşullar ise tam anlamıyla uygun olmayan şartların sıralanması gibiydi. Suriye yeni bir anayasa kabul edecek, o yeni anayasaya göre seçimler yapılacak ve Şam yönetimi sınır güvenliğini sağlayacaktı. Ancak o zaman Suriye ile bakanlar düzeyinde görüşmeler başlayabilirdi.
Yani bina dokuyup, dönüp dönüp tekrar okuduğumuz noktaya hızla geri gelivermiştik. BM’nin 2254 sayılı kararına dayandırılan bu dayatmaların Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla alakası olmadığı gibi, bu kararların Suriye’deki mevcut duruma uyarlanabilir bir tarafı da yok artık. Cihatçı terör örgütlerinin at koşturduğu dönemde kabul edilen ve önce çatışmasızlık, sonra siyasal çözüm sürecine katkıda bulunacak şekilde yeni anayasa, yeni seçimler, bu arada ağırlıklı olarak ‘muhaliflerden’ oluşturulacak geçici bir hükümet vs… O Cihatçı terör gruplarının büyük bir kısmının alandan silindiği bir kısmının da İdlib’e hapsedildiği bir Suriye’de böyle bir kararın uygulanmasına uygun bir ortam da kalmadı.
Öte yandan milli-üniter yapıdaki Suriye’ye anayasa dayatması bu ülkeyi içinde tam otonom veya federe yapılar barındıran adı konulmuş veya konulmamış bir federasyona zorlamak anlamına gelir ki, bizim buna şiddetle karşı çıkmamız ve Suriye’nin mevcut anayasal yapısının bozulmamasını talep etemiz gerekir. Eğer Türkiye’nin kontrol ettiği toprakların bizim desteklediğimiz Suriye Milli Ordusu adındaki grupların yönetiminde otonom hale gelmesini istiyorsak, PKK/PYD’nin Fırat’ın doğusunda otonom kukla devlete dönüşmesine nasıl itiraz edeceğiz? Esat karşıtlığı yüzünden vaktiyle belirlediğimiz bu yanlış politikaların hala ve ısrarla sürdürüleceğini düşünmek bile istemiyorum.
Rusya ve İran’ın tam destek verdiği normalleşme sürecinin armudun sapı, üzümün çöpü şeklinde bir kez daha akamete uğraması/uğratılması Türkiye’ye büyük maliyet getirir. Arap ülkelerinin hemen hepsinin Suriye ile normalleştiği ve Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesini ve Ankara’nın Suriye topraklarından çekilmesini istediği, Amerika ile İsrail’in kendi sebep oldukları Orta Doğu bataklığında debelendikleri böyle bir dönemde Şam ile ilişkileri düzene sokarak sığınmacıların gönderilmesini sağlamak ve teröre karşı ortak mücadele cephesi oluşturmak fırsatlarını kaçırmamak gerekiyor. Yoksa sığınmacıları göndermek istemiyoruz da böyle bahanelerle durumu ertemeleye mi çalışıyoruz? Ve veya Türkiye-Suriye sınırının bu şekilde kalması pek çok kişiye ve çevreye büyük menfaatler sağladığı için sınırın iki devlet tarafından korunan normal devlet hududu haline gelmesini istemiyor muyuz? Veya bunların hepsi mi? Büyük sürdürülemez ve yanlış bu politikalarda ısrar siyaseten çok ağır sonuçları beraberinde getirebilir.
Hasan Ünal