ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump’ın göreve başlayacağı tarih yaklaştıkça, başta Baltık ve Doğu Avrupa ülkeleri olmak üzere, güvenlik stratejilerini ABD/NATO ekseninde modifiye eden ülkelerde en çok tartışılan konulardan biri, Trump’ın Avrupa’yı ‘Rusya’ya karşı’ korumaya devam edip etmeyeceği oldu…
Avrupa’nın bu yeni kaygısını en açık şekilde dillendirenler ise Letonya, Estonya ve Finlandiya oldu.
Letonya, Estonya ve Finlandiya liderleri, yaptıkları açıklamalarda, ‘Rusya’dan kaynaklanan tehdide’ nasıl yanıt verileceği konusunda ‘sonsuz tartışmalara’ son verilmesi ve Avrupa savunmasının güçlendirilmesi gerektiğini vurguladılar.
Uzundur vurgulanan bu ‘gereklilik’, Trump dönemine ilişkin soru işaretleri nedeniyle “NATO, ABD olmadan Avrupa'yı Rusya'dan koruyamaz” mesajını içeriyor.
Letonya Devlet Başkanı Edgars Rinkevics, "Hazır değiliz. Bu kesinlikle açık” ifadeleriyle, NATO’nun kendi yeteneklerine daha fazla güvenmesi gerektiğini, çünkü bağımsız savunma için ‘hazır olmadıklarını’ vurguladı.
Estonya Başbakanı Kristen Michal da, “Savunma yeteneklerimizi artırmalıyız” diyerek aynı ‘yetersizliği vurgulayan isimler arasında.
Finlandiya Cumhurbaşkanı Alexander Stubb ise "Bunu Stockholm veya Londra'dan korktuğumuz için yapmıyoruz. Bunu Moskova'dan korktuğumuz için yapıyoruz” ifadeleriyle mevcut kaygıyı bütün açıklığıyla dile getirdi.
Bu ülkeler neden korkuyor?
Söz konusu üç Baltık ülkesi, Rusya ile sınırı olan ve Polonya’dan sonra gayrisafi yurtiçi hasılalarına (GSYİH) oranla en fazla savunma harcaması yapan NATO üye ülkeleri arasında. Yani bu ülkeler, NATO’nun Rusya’ya karşı atacağı adımlarda doğrudan ‘cephe hattında’ sayılabilirler.
Ayrıca bu ülkeler kritik NATO üslerine de ev sahipliği yapıyorlar.
NATO’nun Enhanced Forward Presence (eFP) güçlerinin bulunduğu 4 ülkenin 2’si Estonya ve Letonya’da bulunuyor. (Diğerleri Polonya ile Litvanya’da)
NATO’nun ‘çiçeği burnunda’ üyesi Finlandiya ise, ülke basınına göre NATO’nun gelişmiş radar sistemleriyle, RQ-4D gibi modern insansız hava araçlarıyla ve F-35’lerle donatılacak olası bir istihbarat üssüne ev sahipliği yapacak.
Dolayısıyla, bu üç ülke, Finlandiya’nın kuzey ucundan başlayıp Letonya’nın güneydoğu köşesine kadar 2 bin kilometreden fazla uzunluğuyla NATO’nun doğrudan Rusya ve Belarus’a komşu olduğu en uzun kara hattını oluşturuyor.
Ancak, NATO’nun genişleme stratejisinin mızrak ucu olmanın yarattığı bir tezat var. Rusya karşısında kendi savunma kapasitelerine güvenmeyen bu ülkeler, Rusya ile savaş ihtimalini ortaya çıkaran temel nedenin, militarizasyonun devamını savunuyor.
Trump’ın ‘daha fazla harcama’ mesajı
Baltık ve Doğu Avrupa’da endişeler artarken, Financial Times’ın kaynaklara dayanarak yayınladığı bir haber ise, işlerin Avrupa için daha da kötüleşeceği yönünde işaretler barındırıyor.
Habere göre, Donald Trump'ın ekibi NATO ülkelerine Trump'ın askeri harcamaları milli gelirin yüzde 5'ine yükseltme çağrısı yapacağını belirtmiş. ABD, Rusya’ya karşı güvenlik desteği için artık “Daha fazla para” diyor.
Bu çağrı, Rusya’nın ‘saldırmasından’ korkan ülkelerin üzerindeki ekonomik yükün artması demek. Estonya, 2025 yılı için sosyal programlara ayrılan fonların azaltılması ve askeri harcamaların artırılmasına karar verdi bile.
Rusya'nın Ukrayna'dan sonra diğer ülkelere de 'saldıracağı' tezi, bugün daha fazla militarizasyonu gerekçelendirmek için dile getirilen bir söylem. Rusya'nın hamlelerini, Ukrayna savaşındaki yıpranma payı, mevcut uluslararası durum ve ekonomik gücü belirleyecek.
Ancak, Baltık ülkeleri ve Finlandiya için asıl tehdit, söz konusu söylem üzerinden üstlendikleri 'ileri karakol' misyonunun yalnızca askeri değil, aynı zamanda toplumsal ve ekonomik bir kriz dalgasını tetikleyecek olması. ‘Rus saldırısından’ duyulan korku, savunma harcamalarının artırılması, kamu hizmetlerinde kesintiler, yükselen vergiler ve büyüyen gelir eşitsizlikleri ile birleşerek halk arasında ciddi hoşnutsuzluk dalgalarının meydana gelmesi demek.
Bu durumun, yalnızca bu ülkelerin iç dinamiklerini değil, Avrupa’nın siyasi geleceğini de belirsizlikle örülü bir kaosa sürükleme potansiyeli var. Ekonomik zorluklar, toplumsal huzursuzluk ve siyasal kutuplaşmaların birbirini beslediği bu kısır döngü, Avrupa’nın bütünlüğünü sarsan bir tehdit haline geliyor.