Temcit pilavı gibi bir kere daha ısıtılıp önümüze konuldu. Aslında bazı et yemekleri vardır ve ısıtılıp yenildiğinde epeyce lezzetlidir; fakat bazıları da tat vermez. Hatta bazı yemeklerin ısıtılıp yenilmesi sağlık açısından oldukça zararlıdır. AB konusu bizim dış politikamız açısından hem ikinci hem de üçüncü kategorideki yemekler gibidir. Yani hem tadı tuzu kaçmıştır hem de ısıtılıp yenildiği zaman ciddi sindirim sorunlarına ve hatta besin zehirlenmesine bile yol açabilir
Buna rağmen bazı temel yanlış değerlendirmeler yüzünden her üst düzey yetkili Türkiye’nin gerçekte var olmayan ve mevcut şartlarda gerçekçi bir şekilde olmayacak ‘AB gündemi’ konusunda hemen açıklamayı patlatırlar: AB konusu bizim için stratejik bir hedeftir. Oysa AB ile ilişkilerimizi belirleyen müktesebat yani büyük ölçüde AB’nin Türkiye hakkında hazırladığı ilerleme raporları, strateji belgesi, zirve kararları, Avrupa Parlamentosu kararları (ki, bunlar da Türkiye için bağlayıcı hale getirilmişlerdir) vb. okunduğunda ve yakın zamanlarda AB üyesi olan/yapılan üyelerin belgeleriyle mukayese edildiğinde Türkiye’nin AB üyeliğine hazırlanması gibi bir sürecin hiç olmadığı anlaşılır; ama kısa vadede AB üyesi olacakmış/yapılacakmış gibi davranılarak başta Kıbrıs konusunda olmak üzere önemli tavizler alınması amaçlanmış; fakat Rum ve Yunan tarafının fanatizmi sayesinde bu büyük tehlike 2004 Annan Planı referandumu ve 2017 Crans Montana görüşmeleri sırasında ve sonrasında atlatılmıştır.
Şimdilerde AB’nin beş yıllık bir aradan sonra gülümsemesi ve AB dışişleri bakanları gayri resmi toplantısına Sayın Hakan Fidan’ı davet etmesi yine Kıbrıs konusuyla ilgilidir. Çünkü Türkiye 2017 yılında Rumlara büyük tavizler vererek sürdürdüğü Crans Montana müzakerelerinin ardından iki devletli çözüm tezine yönelmiş ve bunu 2020 yılından itibaren de resmi politikası haline getirmiştir. Hatta son yıllarda çok kutupluluğun yerleşmesi ve Azerbaycan’ın topraklarını işgalden kurtarmasının ardından KKTC (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti)’nin bazı devletlerce tanınması ihtimali giderek ete kemiğe bürünmeye başlamıştır. Kıbrıs meselesinin çetrefil hale gelmesinin/getirilmesinin baş sorumlusu olan Batı dünyası ve özellikle de bu konuda geri zekalılar birliği gibi hareket eden AB’yi paniğe sevk etmiştir. Bu gidişatı durdurmak ve özellikle Türkiye’yi bu politikalardan vaz geçirmek için bir şeyler yapmaları gerekmektedir. Ayrıca AB içinde fanatizm deposu gibi hareket eden Yunanistan ve Kıbrıs Rumları'nın da susturulması lazım gelmektedir.
Türkiye’nin AB süreci olmadığının en belirgin kanıtları 2004 yılının 17 Aralık günü yayımlanan AB Zirve Kararları (Başkanlık Kararları/Sonuçları) ve 3 Ekim 2005 tarihinde kabul edilen Müzakere Çerçeve Belgesi (MÇB)’dir. İlk belge 2004 yılında hazırlanan ilerleme raporu ile strateji belgesinde tavsiye edildiği gibi Türkiye’nin üye olsa bile tarım ve yapısal fonlardan hiçbir zaman yararlanamayacağı ve vatandaşlarına serbest dolaşımın daimi olarak kısıtlanacağını karara bağlamış oldu. Ayrıca müzakerelerin açık uçlu yapılacağını ve bunun üyelikle sonuçlanamayabileceğini de hüküm altına alırken aynı yıllarda Fransa Türkiye’nin üyeliğinin bütün kriterler yerine getirilerek tamamlansa bile Fransa’da referanduma tabi tutulacağına dair anayasal değişiklikler yaptı.
Bu arada MÇB ise 2004 yılındaki Zirve Kararlarını teyit ederken pek çok madde ile bunlara ilaveler de getirdi. Mesela ‘hazmetme kriteri’ MÇB’nde tam yerini aldı. Yani Türkiye Kıbrıs’ta Rumları, Ege’de Yunanistan’ı, Ermeni iddialarıyla ilgili olarak Ermenistan ve diaspora Ermenilerini tam olarak tatmin etmiş bile olsa sonuçta AB’nin hazmedemeyeceği kadar büyük bir ülke olmasından dolayı AB’ye kabul edilmeyebilirdi.
Kısacası bu iş tam bir aldatmacaydı. O yıllarda bir uluslararası toplantıda Türkiye’nin AB üyeliğinin imkansız olduğunu ve bu aldatmaca sürecinin sürdürülemez olmasından dolayı ilişkilerin bozulmasının mukadder olduğunu 17 Aralık 2004 tarihinde Financial Times’da çıkan (https://www.ft.com/content/494fc40c-4fa3-11d9-86b3-00000e2511c8) bir makalemdeki görüşler doğrultusunda anlattıktan sonra önemli bir ülkenin emekli bir büyükelçisi yanıma gelerek beni kutlamış sonra da şunları demişti: ‘Bence Türkiye’nin AB üyeliği gibi bir şey olmadığı yolunda söylediklerin ve iki taraf arasındaki ilişkilerin sürdürülebilir hale getirilmesi için önerdiğin içi doldurulmuş özel statü teklifin çok iyi ama bir sorun var, Kıbrıs meselesi nasıl çözülecek’? Ben de biraz da salağa yatarak Kıbrıs meselesinin çözümü ile Türkiye’nin AB üyeliği arasında ne alaka var diyerek itiraz edince, ‘bana bak, eğer sen bu analizi yazabiliyorsan bütün bu AB sürecinin Kıbrıs’ı Türkiye’den suhuletle koparmak için hazırlandığını da bilmen gerekir. Türkiye ulusal çıkarları açısından AB ile bir özel statü müzakere etmeye kalkarsa bu Kıbrıs işi ortada kalır’ demişti.
İşin esası da buydu. Şimdilerde AB KKTC’nin tanınması ihtimalinden, Türkiye’ye özel bir statü ile bağlanmasına kadar (1999 seçimleri öncesi Başbakan Ecevit’in koalisyon hükümetinin politikasıydı) birçok seçeneğin çok kutuplu bir dünyada mümkün ve muhtemel olduğunu görüyor. Bunu durdurmak için elindeki tek havuç olan AB sürecinin artık bayatlamış bir yemeğe dönüştüğünü anlıyor, Rumları tek başlarına bütün adanın hükümeti olarak AB’ye almanın nasıl büyük bir hata olduğunu daha iyi fark ediyor ve karın ağrısıyla kıvranıyor. Yapılacak tek şey iki devletli çözüm tezinde ısrardır. Gerisi fasa fisodur.
Hasan Ünal