İzmir’in 9 Eylül 1922’de Yunan işgalinden kurtuluşunun 102. yılını kutluyoruz. İzmir, Kurtuluş Savaşı'nda özel bir öneme sahiptir. Kurtuluş Savaşı boyunca ulusal güçlerin hayali İzmir’e yeniden girmekti. İzmir’in kurtuluşu Milli Mücadele’nin başarıyla tamamlandığına işaret ediyordu. Peki İzmir neden mücadelenin sembolü olmuştu?
Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Mütarekesi’yle I. Dünya Savaşı boyunca savaştığı İtilaf Devletlerine teslim olmuştu. Mütarekenin ağır koşulları ülkenin stratejik noktalarının işgalini de içerdiğinden başta başkent İstanbul olmak üzere yer yer işgaller başlamıştı. Ancak genel anlatının aksine işgale karşı direniş hemen başlamamıştı. Dahası Türk halkı savaş yorgunuydu ve ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal durum işgallere karşı yaşanan sessizliği besliyordu.
Bir yüzyıldır "hasta adam" tabir edilen Osmanlı Devleti en sonunda yarı sömürge konumundan tam bir sömürge olacaktı. Yaşananlar bunun eşiğinde olunduğunu gösteriyordu. Türkiye’nin en dinamik ve yurtsever örgütü olan İttihat ve Terakki ise iktidardan düştü ve savaşın ardından kamuoyundaki güvenilirliğini yitirdi. İttihatçı kadrolar başsız ve dağınıktı.
“Yunan gitsin, sizler gelin”
Mondros Mütarekesi’nin ardından Türkiye’nin aydın-milliyetçi çevrelerinde İngiltere ve Fransa işgallerine karşı esaslı bir karşı çıkış görülmez. Hatta I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılışımızın nişanesi olan mütarekeyi imzalayan Rauf Orbay, “İmzaladığımız mütareke sonucunda devletin bağımsızlığı, saltanatın hakları tamamen kurtarılmıştır” diyecektir. Orbay, mütarekenin imzalanmasının ardından İstanbul’da gazetecilere yaptığı açıklamada bir Yunan işgalinin gerçekleşmeyeceğini söyleyerek de öngörüsünü ortaya koyar.
Mütarekenin ardından Antep, Maraş ve Urfa’da gerçekleşen İngiliz işgallerine karşı bu kentlerin ileri gelenlerinden de herhangi bir tepki yoktur. Adana havalisindeki Fransız işgali de Ermeni güçlerini destek kuvvetleri adı altında kullanmalarından dolayı tepki çekmişti. Fransa’nın tehcirle gitmiş Ermenileri intikam amacıyla dönerken cesaretlendirmesi, silahlandırıp bunlardan yararlanması bölgedeki tepkinin kaynağıydı. Antep, Maraş ve Urfa, İngiltere tarafından Fransa’ya devredilirken de halkın asıl kaygısı Ermeniler olmuştu. Anadolu, İngiltere ve Fransa’ya direnmek istemiyordu.
İzmir’in işgali için yeşil ışık yakılması işin rengini değiştirdi. Türkiye’de tepkinin kaynağında Rum ve Ermeni emelleri vardı, Büyük Güçlerin işgalleri değil. Ancak bu güçler Yunanistan’a İzmir’in işgali için yeşil ışık yaktı. Çünkü Türkler açısından Rum ve Ermeni emellerinin gerçekleşmesi bir milli gurur sorunuydu. İtilaf Devletlerinin Rum ve Ermenileri kullanarak Türkiye’nin kontrolünü sağlama isteği Kurtuluş Savaşı’na yol açacak olan esas gelişme oldu. Atatürk bu durumu savaştan sonra 1925 yılında şöyle ifade ediyor:
“Ahmak düşman İzmir’e gelmeseydi, belki bütün memleket gaflete dalmış kalırdı.”
Atatürk’ün işaret ettiği nokta 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesiydi.
O ana kadar İtilaf Devletleriyle iyi geçinme siyasetini savunan milliyetçi çevreler, bu siyasetten esas olarak ayrılmadan Yunan işgaline yönelik tepkilerini dile getirdi. Yunanlılara ilk kurşunu atan Hasan Tahsin dahi İngilizlere güven vermenin önemi üzerine yazılar yazdı, hatta ilk etapta İngilizlerin İzmir’i Yunanlılara verme isteğini kabul etmek istemedi. Tarih aksini kanıtlayınca işgalcilere ilk kurşunu sıkarak hayatını kaybeden Hasan Tahsin’in izinden giderek işgale karşı direnişe geçenler de İtilaf Devletlerini hemen karşısına almayacaktı.
Örneğin bütün Ege’yi temsil eden Alaşehir Kongresi, 23 Ağustos 1919 günü delegelerin tümünün imzasıyla İngiliz Generali Milne’ye şu telgrafı çeker:
“İtilaf Devletlerine karşı çıkma fikri hiç kimsenin aklından geçmeyen boş bir düşüncedir. Bundan dolayı Büyük Kongre (Alaşehir) bütün düşünen insanlık tarafından haklılığının ve meşruluğunun onaylanacağı inancında bulunduğu Kuvayi Milliye eylemlerinden Müttefik birliklerine karşı saldırı anlamı çıkarılmasını insafsızlık sayar.”
Halbuki bu sırada Yunanlılar İzmir’de başladıkları işgali Ege’nin iç bölgelerine yayıyor, Kuvayi Milliye güçleri de kıyasıya direniyordu. İngiltere destekli Yunan işgalinin emperyalizmin Türkiye’yi kontrol aracı olduğu henüz ulusal güçler tarafından anlaşılamamıştı. Ulusalcılar, emperyalizmden "bu haksızlığın ortadan kaldırılması"nı talep ediyordu. Emperyalist ülkeler uygarlığın timsali ve insanlığın bekçisi sayılıyordu. Türkiye’nin son yüzyılındaki reform dönemi Batılılaşmasının Türk aydının zihninde yarattığı tahribat açık işgale rağmen etkisini sürdürüyordu.
Atatürk, bu önemli konuyu Nutuk’ta şöyle değerlendiriyordu:
“Kurtuluş yolu ararken, İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek, temel ilke gibi görülmekteydi. Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu, hemen bütün kafalarda yer etmişti.
Osmanlı Devleti'nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya-Macaristan varken hepsini birden yenen, yerlere seren itilaf kuvvetleri karşısında, yeniden onlarla düşmanlığa varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı. Bu anlayışta olan yalnız halk değildi; özellikle, seçkin denilen insanlar bile böyle düşünüyordu.”
Falih Rıfkı Atay, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini “Türklüğü bir kara ve dipsiz batağa gömüle gömüle boğulup gitmekten kurtarmak için gökten bir Tanrı eli gibi uzanmıştır” ifadeleriyle değerlendirir. Gerçekten de İzmir işgal edilmeseydi ve doğuda ve güneyde Ermeni saldırıları başlamasaydı Türk halkını İtilaf Devletlerine karşı bir Milli Mücadele’ye sokmak çok zor olacaktı.
Türkiye’nin "cezalandırılması"
Türkiye, I. Dünya Savaşı’na girdiğinde İngiltere Başbakanı Asquith, şöyle demişti: “Osmanlı Devleti kılıcını çekmiştir ve kılıçla ortadan kaldırılacaktır. Türk İmparatorluğu savaşa girmekle intihar etmiştir.
Duyun-u Umumiye’deki İngiliz temsilcisi Sir Adam Block savaş üzerine İstanbul’u terk etmek zorunda kalırken “Eğer Almanya kazanırsa, siz de Alman sömürgesi olacaksınız; İngiltere kazanırsa mahvoldunuz” der.
İngiltere Harbiye Nazırı Lord Kitchener, savaşın henüz başında “Türkiye’yi mahvedinceye kadar savaşa devam edeceğiz” demişti. Savaş bittiğinde İngiltere’nin başlıca gündemi Türkiye’nin cezalandırılmasıdır. Sevr Antlaşması’yla kesin çizgilerini alacak olan bu cezalandırma politikası, Türkiye’nin emperyalist İtilaf Devletleri tarafından paylaşılması ve Türk toprakları üzerinde Ermenistan, Kürdistan ve Rum Pontus devletlerinin kurulması şeklinde planlanır. Bu plan Türklerin var olma hakkının ortadan kaldırılması demekti. Emperyalist politikacılar bu planlarını da hiçbir şekilde gizlememişti; zaten Ekim Devrimi’nin hemen ardından Bolşevikler gizli emperyalist paylaşım anlaşmalarını dünya kamuoyuna ilan etmişti.
Emperyalistler bu paylaşım anlaşmalarıyla Türklerin asla kabul edemeyeceği bir planı hayata geçirmek istiyordu. İstanbul’da uluslararası bir yönetim kurulması veya bizzat kendi nüfuz bölgelerini yaratmak istemeleri değildi bu. Türk halkının kesin bir şekilde reddettiği başlık Ermeni ve Yunan emelleriydi. Hatta İzmir ve Batı Anadolu’nun İtalyan nüfuz bölgesi olarak düşülmesine rağmen İngiltere’nin dayatmasıyla Yunanlılara verilmesi emperyalistlerin en büyük hatası oldu denilebilir. Çünkü İtalyanlar işgal ettiği Antalya ve çevresinde ciddi bir direniş görmemişti. Ancak Yunanlılar İzmir başta olmak üzere bütün işgal bölgelerinde sert bir tepkiyle karşılaşacaklardı.
Yunanlıların İzmir’i işgalinin arkasındaki isim olan İngiltere Başbakanı Lloyd George, Türklerin Avrupa’dan atılması ve Anadolu’da da bir Yunan imparatorluğu kurulmasını hedefler. George, Türkleri “Bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yara” diye tanımlar. İngiltere’nin Yunanistan’ı Anadolu’yu istila etmekle görevlendirmesi öncelikle kendi çıkarlarıyla ilgiliydi. Birincisi George’un tanımladığı gibi Anadolu’daki Türk egemenliğine son vermek istiyorlardı. İkincisi ise birincisini yaparken İngiltere’ye rakip olabilecek güçlü emperyalist devletler yerine vekil bir güç kullanmak istiyorlardı. Yunanistan bu iş için biçilmiş kaftandı.
İngiltere ve Fransa’nın kaynakları I. Dünya Savaşı’nda aşırı zorlanmıştı. Bu yüzden Türkiye’yi kaynaklarını minimum kullanarak kontrol etmeleri gerekiyordu. Batı Anadolu’yu kontrol planlarında olduğu gibi güney ve doğu illerimizde de Ermeni ve Kürt ayrılıkçılığını desteklemek ve Karadeniz kıyılarında bir Pontus Devleti’nin kurulması da aynı gerekçeye dayanıyordu. Ancak savaşın başında ulusalcı aydınlar ve ulusal güçler İngiltere ve Fransa’nın bugünün deyimiyle vekil güçler aracılığıyla Türkiye’yi ele geçirmek istediğini göremedi ve Büyük Güçlerden bu vekilleri çekmesini istedi. Hatta bazen bu aydınlar gerekirse "Yunan gitsin, siz gelin" şeklinde formülleştirilebilecek taleplerde bile bulundu.
Mustafa Kemal Paşa’nın tavrı
Mustafa Kemal Paşa, I. Dünya Savaşı’nın sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi’ne itiraz ederek tavrını ortaya koydu. O, en başından itibaren İngiltere’nin ve diğer büyük güçlerin emperyalist niyetlerini kavramıştı.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda hükümeti kuran Ahmet İzzet Paşa ile Adana’da Yıldırım Orduları Grup Komutanı olarak bulunan Mustafa Kemal Paşa’nın yazışmaları onun bu tavrının ilk örneklerini verir. Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’ni şöyle yorumlar:
“Osmanlı hükümeti bu antlaşma ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeyi kabul etmiştir. Yalnız kabul etmiş değil, düşmanların vatanı işgal etmeleri için onlara yardım etmeye de söz vermiştir. Bu anlaşma olduğu gibi uygulandığı takdirde memleketin baştan sonuna kadar işgal ve istila edileceği şüphesizdir.”
Mütarekeyi imzalayan Rauf Orbay ile Mustafa Kemal Atatürk arasındaki görüş farkı ortadadır. Rauf Bey’in, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nin yani Milli Mücadele’yi başlatan örgütlenmenin ikinci adamı olduğu düşünülürse mütarekenin gerçek anlamını ve emperyalistlerin niyetlerini sürecin başında Atatürk gibi kavrayan yok gibidir.
Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin Rum ve Ermeni emellerini gerçekleştirmeye girişmesini de beklemedi. Mütareke imzalandıktan sonra askeri birlikleri tebliğ edilmiş ve gereklerinin yapılması istenmişti. Mustafa Kemal Paşa, tebliğin hemen ardından Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’ya telgraflar çekerek mütarekenin bazı kritik maddelerini sorgulamaya başlamıştı. Nezaretten henüz yanıt gelmeden kendi birliklerine olası işgal girişimlerine karşı silah kullanılmasını emretmiştir. Silah kullanılacak düşman birlikleri artık mütarekeyle düşman olmaktan çıkmış olan İngiliz birlikleridir. Yani Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadele’nin ilk anından itibaren İngiltere’ye de İstanbul hükümetine de tavır almıştır.
İngilizlerin İskenderun’u işgal etme girişimine “silahla karşı koyma” emri veren Mustafa Kemal Paşa ile onu yatıştırmak isteyen İstanbul hükümeti arasında günler süren bir sinir ve telgraf savaşı yaşandı. Mustafa Kemal Paşa, bir telgrafında, “Pek ciddi ve samimi olarak arz ederim ki, ateşkes şartları hakkında yanlış anlayış ve düşünceleri ortadan kaldıracak önlemler alınmadıkça, ordular dağılacak ve İngilizlerin her dediklerine boyun eğecek olursak, ihtiraslarının önüne geçmeye olanak bulunmayacaktır.”
İskenderun konusundaki çekişmenin sonucunda Mustafa Kemal Paşa görevinden istifa ederek İstanbul’a döner. İstifa telgrafında yine İngiltere’ye karşı tavrını özetleyen şu ifadelere yer verir:
“İngilizlerin aldatıcı önerilerini ve hareketlerini İngilizlerden çok haklı gösterecek ve buna karşılık şirin görnmeye çalışmayı içerecek emirleri uygulamaya yaradılışım elvermediğinden…”
Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin ne kadar ileri gidebileceğini de yine Ahmet İzzet Paşa’ya çektiği bir telgrafta şöyle ifade etmişti:
“İngilizlerin tekliflerine bugüne kadar olduğu biçimde karşılığa devam edildiği takdirde… Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun Britanya hükümeti tarafından seçilmesinin gerektiği gibi öneriler karşısında da kalmak uzak değildir.”
Keza İstanbul hükümetlerinin İngilizlere boyun eğişi karşısında Mustafa Kemal Paşa’nın işaret ettiği noktaya da gelinecektir.
İki tavrın mukayesesi
Mustafa Kemal Paşa, henüz Yunanlılar İzmir’i işgal etmeden önce bu tavrı almıştır. Şimdi iki tavrı karşılaştıralım; mütarekeyi memnuniyetle karşılayan İstanbul’un aydın çevreleri Yunan işgali başladıktan sonra dahi İngiltere’den olumlu bir sonuç beklemiştir. Yunanlılara karşı savaşan milli güçler bile İngiltere’yi karşısına almak istememişti. Hatta İngilizler, İzmir işgalinden sonra oluşan Batı Anadolu’daki Kuvayi Milliye birliklerine ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine giderek bunların Sivas Kongresi’yle birleşmesine engel olmaya çalıştı.
İngilizler neden Batı Anadolu’daki Kuvayi Milliye güçleriyle Sivas’ta Mustafa Kemal Paşa’nın önderlik ettiği hareketin birleşmesini istememişti?
Çünkü 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışıyla başlayan Amasya Genelgesi'yle dünyaya ilan edilen, Erzurum Kongresi durağının ardından Sivas’ta netleşen bir çizgi vardı. Bu çizgi, manda ve himayeyi reddeden ve Ermeni ve Rum emelleriyle Yunan işgalinin arkasındaki asıl düşmanı gören ve ona tavır alan bir çizgidir.
Savaşı bölgesel kurtuluş çareleri, yılgın aydınların mandacı görüşleri veya padişahın teslimiyet siyaseti değil bunların hepsini tek tek mahkum ederek emperyalizmi -İngiltere- hedefe oturtan siyasal program kazandı. İzmir’in işgali, İtilaf Devletleriyle savaşmak istemeyen Türk milletinin harekete geçmesine neden oldu. Ancak İzmir bu hareketin yani Milli Mücadele’nin doğru program ve siyasetle buluşmasıyla kurtarıldı. O doğru programın adı tam bağımsızlık -istiklal-i tam Türkiye- programıdır ve Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde hayata geçmişti. O gün İngilizi karşısına almak istemeyen Yunan’dan da kurtulamaz ve İzmir’i kurtaramazdı. 9 Eylül günün kutlu başarısı Mustafa Kemal Paşa’nın gereğinde İngiltere’yi ve Fransa’yı da karşısına alan -günü gelince bunları da bölerek birbirine düşüren- ve ABD himayesini reddeden siyasetinin askeri sonucudur.